Yasalarda Ve Toplumda Kadın

0

Değişim canlının en önemli özelliğidir. Bu bireyler, birey olarak insanlar için olduğu kadar, insanlardan kurulu toplumlar için de söz konusudur. İnsan toplumları, çağlar boyunca, sosyal ekonomik ve politik etkenlerin birbiriyle iç içe geçmiş etkinliği içinde sürekli bir değişim göstermiş ve göstermektedirler. Türk toplumu özellikle son yılda değişim yaşamaktadır. İnsanlar her çağda ve toplumda toplumsal değişmelerden gerek birey, gerekse grup olarak değişik biçimlerde etkilenmişlerdir. Bu etkilenme özellikle kadınlar ve erkekler açısından oldukça farklı olmuş, üstlendikleri role bağlı olarak belli davranış biçimleri oluşturup kalıplaşmış ve toplumsal kavramları meydan getirmiştir. Bu rol dağılımı içinde, kadınlar toplum yaşamında giderek daha geri plana itilmiş duruma düşmüşlerdir.Toplum içinde kadınlara karşı toplumsal cinsiyet, önyargılar ve ayrımcılıklar oluşmuştur. Örneğin Tolstoy ‘ Bütün felaketler ya da önemli bir bölümü, kadınların ahlaksızlığından ileri gelir.’ Demiştir. Bir Hint atasözündeyse ‘ Okumuş bir kadın elinde bıçak bulunan bir maymun gibidir.’

Cinsiyet ayrımcılığı için cinsiyetçilik (sexism) terimi de kullanılmaktadır. Erkek egemen toplumdan kadınlara yönelik olumsuz tutumların hayata ayrımcılık olarak yansıması sonucunda kadının, sosyal, kültürel, politik ve ekonomik alanlarda erkeğe göre düşük konumlarda tutulması olarak tanımlanmaktadır. ( Sakallı-Uğurlu, 2002). Glick ve arkadaşları cinsiyetçiliğin düşmanca cinsiyetçilik ve korumacı cinsiyetçilikten oluştuğunu ileri sürmekte ve bu iki cinsiyetçiliği şöyle tanımlamaktadırlar. Düşmanca cinsiyetçilik, kadının erkeğe göre zayıf ve ona bağımlı olarak algılanması, düşük seviyede görülmesi ve ayrımcılığa tabi tutulmasıdır. Korumacı cinsiyetçilikse kadının korunması, yüceltilmesi ve sevilmesi gibi olumlu tutumları içermekle birlikte kadının erkeğe göre düşük seviyede olduğunu gösteren bir önyargıdır. İki tür cinsiyetçilik de kadının zayıf cinsiyet olduğunu ve ev işi yapmak gibi çeşitli rollerinin sürmesi gerektiğini ileri sürer; ama odaklaştıkları noktalar ve bu iddiaları sunuş tarzları farklıdır. Örneğin düşmanca cinsiyetçilik kadını yönetme, kontrol etme, değersizleştirme, seks objesi olarak görme ve benzeri şekillerde ortaya çıkarken, korumacı cinsiyetçilik kadını koruma, yüceltme, sevme gibi olumlu duygularla ama kadını zayıf korunmaya muhtaç olarak gören bir tarzla ve lütuf gibi ortaya çıkmaktadır. Cinsiyet ayrımcılığı daha çok iş ve eğitim gibi alanlarda ortaya çıkmaktadır. Kızların daha az okutulmaları ve ya belli okullara sadece erkeklerin ya da kızların alınıyor olması bu ayrımcılığın örneklerindendir. İş yaşamında da bazı iş kollarının kadınlara ya da erkeklere kapalı olması ve ya işten yükselme imkanlarının kadınlar için zorlaştırılması ya da ‘Eşit iş eşit ücret’ ilkesinin kadının aleyhinde olarak işletilmemesi bu ayrımcılığın başka örneklerindendir. Kadınların lider ya da yönetici olma yollarının çoğu zaman kapalı olması bu tür kalıp yargılara dayandırılmaktadır.

Cinsiyete dayalı olarak yapılan ayrım insanlar arasında ırk, din gibi ayrımlardan en eski en yaygın olanıdır. Bu ayrım ne kadar yanlışsa demokrasi bilinciyle paralel olarak aykırıdır. Her şeyin ötesinde İnsan Haklarıyla bağdaştırılamaz. Dolayısıyla cins ayrımcılığı ne demokrasi ne de insan haklarıyla bağdaşmaktadır. Kadınlar toplum içinde ayrımcılığı ve dışlanmışlığı önlemek için uzun yıllar boyunca mücadele etmişlerdir. Kadın hakları insan hakları öğretisi içinde hep üvey evlat muamelesi, görmüştür. Demokrasi toplum içinde cinsiyet, sınıf, ırk gibi farklılıkları ortadan kaldırmaya yönelmez; ama bu farklılıkların siyasal katılım ve temsil açısından engelleyici rol oynamamasını sağlar. Demokrasi ve İnsan Hakları açısından en önemli haklardan biri seçme ve seçilme hakkıdır. Kadınların söz konusu haklarına kavuşmaları Birinci Dünya Savaşından sonra mümkün olmuştur. ( Sadece dört ülke; yeni Zelanda–1893, Avustralya–1902, Finlandiya–1906, Norveç–1913). İkinci Dünya Savaşından sonraysa yaygın biçimde tanınmıştır. Savaş dönemlerinde kadınların üretime katkılarının artması ve kamusal görevlerde bulunmaları sürece hız katmıştır. Kadınlara seçme ve seçilme hakkının geç tanınmasıysa şu argümanlarla açıklanmaktadır;

— Siyasal katılım kadının yuvasını ve çocuklarını unutmasına, dolayısıyla kadınsı niteliklerini kaybetmesine neden olur,

— Aile içi bölünmeye neden olabilir ya da kocanın, babanın isteği yönünde oy kullanır,

— Kadınlar akıl ve bilgilerine değil duygularına öncelik verirler.

Bu nedenlerin yanı sıra cinsel kökenli bazı düşünceler de kadınlara oy hakkı tanınmasını olumsuz etkilemiştir. Özellikle Katolik kilisesinin kadın oyları üzerinde etkili olacağı düşüncesi Fransa’da bu hakkın kadınlara geç tanınmasına neden olmuştur. Bütün bu olumsuz düşüncelere rağmen sanayileşmenin gerçekleşmesi, İnsan Haklarının önem kazanması, Doğum Kontrolü gibi tıbbi gelişmeler kadınlara haklarının tanınmasını hızlandırmıştır.

Kadınları İnsan Haklarını korumak üzere 1980 yılından beri dünya devletlerinin taraf olduğu, ‘ Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi ‘ büyük önem taşımaktadır. Kısaca CEDAW diye adlandırdığımız konvansiyon’a Türkiye 1985 yılından beri taraftır. Konvansiyon’un temel amacı cinsler arası eşitliği sağlamak ve kadınlara karşı uygulanan her türlü ayrımcılığı kaldırmaktır. Düzenlendiği konular itibariyle konvansiyon’a kadınların İnsan Hakları anayasası denmek doğru olacaktır.

Türkiye’de kadınlar pek çok Avrupalı Kadından önce ( Örneğin Fransa 1945, İtalya 1946, Belçika 1948), devrim sonucu kurulan Cumhuriyetin yasalarıyla 5 Aralık 1934’te seçme ve seçilme hakkını elde etmiştir. Peki Türkiye’de Kadınlar batıda yaşanan mücadeleleri yaşamadan hukuken kazandıkları bu haklarını uygulamaya geçirebiliyorlar mı ? Demokratik anayasalarda cinsler arası eşitlik ilkesi mevcuttur, seçme ve seçilme hakkına da bu ilke yansımıştır. Ancak hukuken tanınan hakların uygulamaya geçmesi pek de kolay olmamıştır. Dünya’nın diğer demokratik ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de kadının ‘ Erkek alanı’ olarak kabul edilen siyasal yaşamda etkili olabilmesi henüz mümkün olamamıştır.

Kadınların kanunlar önündeki haklarını ne kadar kullandıkları toplumların çağdaşlaşma düzeylerinin göstergesidir. Toplum içinde kadına yönelik Sosyal Dışlanmasının en büyüğü ve en çok yıpratanların başında ‘Şiddet’ gelmektedir. Kadına karşı şiddet dünya da da yaygın olarak görülen ve her ülkede karşılaşılan bir olgudur. Yapılan çalışmalar dünya’da her üç kadının birinin dövülmüş, cinsel ilişkiye zorlanma ya da başka şekilde istismar edildiğini göstermektedir. Kadına yönelik şiddetin etkilerinin kadının fiziksel ve ruhsal sağlığını çok olumsuz etkilediği saptanmıştır. Şiddet yaralamalara neden olması dışında kadının uzun dönemde, kronik ağrı, fiziksel yetersizlik, narkotik ilaç ve alkol kullanımı ve depresyon gibi bir dizi başka problemler yaşama riskini de arttırır. Cinsel şiddete maruz kalan kadınlar da planlanmamış hamilelik, cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlara ve hamileliğin ters sonuçları sıklıkla rastlanan olgulardır. Kadınlara karşı şiddet fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddet ve istismarı da içerir. Bu genelde ‘ Cinsiyete Dayalı’ şiddet olarak bilinir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde ekonomik bağımsızlığını kazanamayan kadınların toplumdaki edilgen statüsünden dolayı bu tip olguların sıklıkla yaşandığı görülmektedir. Pek çok kültürde, kadına karşı şiddet haklı gösteren ve dolayısıyla da daimi duruma getiren inançlar, normlar ve sosyal kurumlar vardır. Bir patrona, komşuya ya da yöneltildiğinde cezalandırılabilecek aynı davranışlar erkekler tarafından kadınlara özellikle de aile içinde, kadına yönelik olarak uygulandığında çoğunlukla karşılıksız kalmaktadır.

Kadına karşı uygulanan şiddetin yanı sıra toplumsal anlamda kız çocuklarının eğitim hakkının elinden alınmaya çalışılması, toplumdan uzaklaştırılmaya çalışmaktadır. Kız çocuklarıyla erkek çocukların okuma yazma oranlarına baktığımız zaman bu farkı net görebiliriz. Ekonomik özgürlükleri olmayan çalışma hayatından uzaklaştırılan kadınlar eşlerine bağımlı bir hayat yaşarlar. Şiddete maruz kaldıkları zaman yasal olarak haklarını aramaktan uzak kalırlar.

Kadının toplumsal anlamada dışlanmışlığını önlemek, sosyal hayatta yer almasını sağlamak ve kendisini geliştirmesine fırsat vermek tüm bireylerin kadına bakış açısının geleneksel kalıplardan kurtulması ile sağlanabilir. Yasa hükümleri de şiddeti onaylamama ve kadın ayrımcılığını yok etme doğrultusunda düzenlenmelidir. Yasalar ile koruma altına almakla kalınmayıp toplum içinde bu bilincin kazanılması gerekmektedir. Ancak bu şekilde çağdaşlaşma yolunda emin adımlarla gidilebilmektedir.

KAYNAKÇA

1) Arat, Necla (1995) Türkiye’ de Kadın Olgusu , İstanbul Say Yayımcılık

2) Burn, V.(1998) Gender and Social Psychology. London :Routledge

3) Dinçkal, Prof. Dr.Bihterin Vural(2007), İnsan Hakları Hukuku Ve Kadın ,İstanbul Dizayn Yayıncılık

4) Dökmez, Z.(2004) Toplumsal Cinsiyet, Sosyal Psikoloji Açıklamalar, İstanbul, Sistem Yayımcılık

5) Sakallı-Uğurlu N.(2002) Çelişik Duygulu Cinsiyetçilik Ölçeği: Geçerlilik ve Güvenirlik Çalışması. Türk Psikoloji Dergisi 17(49) , 47–58

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.